1 Temmuz 2014 Salı

Bir Cenaze Töreni

Ziya, üniversiteden mezun olduğumuz günün 40.yılında öldü. Öldü diyorum zira ölüm gibi sade bir gerçekliği ifade eden kelimenin de sade olmasını istiyorum. ‘Işığa yürüdü’, ‘ebediyete intikal etti’, ‘sonsuzluğa gitti’, ‘arkadaşlarının yanına gitti’ gibi ifadeler bana çok süslü geliyor. Ben genellikle söylenene değil söyleyene bakıyorum.  Ölümü anlatırken bile kendi hayat hikâyemizi anlatır gibiyiz.

Ziya’nın ölüm haberini gazete ilânından öğrendim. Kırk yıldır görüşmemiştik. 40 yıldır ne yapmıştı bilmiyordum. Ölüm nedenini bilmiyordum. Karısı ile de aynı senelerden arkadaştık. Tabii ki esas neden bu ama gitmek isteme nedenim bizden  kimler kalmış diye merak etmem olabilir miydi? Bu kadar sene sonra herkese kendimi göstermek istemiş miyimdir? İnsanın kendine bile söyleyemediği şeyler vardır. Ben de üstünde durmuyorum ama siz bilin.

Ölüm ilânı Pazar gazetesinde çıkmıştı, cenaze töreni ertesi gün, okulun muhitindeki camide yapılacaktı. Pazartesi günü, öğle namazı saatinden bir saat önce yola çıktım. Bindiğim otobüs camiye yakın  durağa yaklaşırken otobüste bir kadının şoföre ‘camii durağın neresinde’ diye sorduğunu duydum. Umursamadım indim yürüdüm. Camide bir arkadaşla karşılaştım, konuşurken otobüsteki kadın yanımıza geldi meğer caminin yerini soran kadın  o arkadaşın karısı imiş. Yüzüne dikkatlice bakınca onun da bizim okuldan olduğunu anladım. O da beni otobüste görmüş. Üniversitede iken dört yıl hayatımız caminin bulunduğu muhitte geçmişti. Caminin yanındaki bizim zamanımızdaki salaş balıkçı kahvesi, yıllar içinde ‘valeli’ sosyete Cafe’si oldu. Demek ki otobüsteki kadın onu da bilmiyordu. Caminin yerini bilmeyişine şaşırdım, ama yüzüne söylemedim.  

Camide düzgün bir taziye sırası vardı. Ben de sıraya girdim. Bu arada aramızdan çıkmış bir ‘Özal Prensi’ sıraya kaynak yaptı. O Müşfik Kenter ile Yıldız Kenter’in kardeş olduğunu bilmiyordu. Prensliği döneminde devlet televizyonunda o da program kaptı. Yıldız Kenter ile yaptığı tv söyleşisinde bu cehaleti ortaya çıkınca, dalga geçmek için çok abartılı bir övgü mesajı göndermiştim ona. Abartıya inanmış bana ‘bu şahane kişiyi tanımak isterim’ diye cevap mesajı yazmıştı. Yıllar onu değiştirmemiş.

Sıra bana geldiğinde Ziya’nın eşi yerinde değildi. Ortalarda dolaşıyor gelenlere sanki teşrifat yapıyordu. Yaşlılara oturacakları yeri gösteriyor, arkadaşına bir başka arkadaşının bulunduğu yeri tarif ediyordu. En yakını ölmüş birisi acısıyla değil, çevresiyle ilgileniyorsa ölümün kurtuluş olarak algılandığı, geride kalanları rahatlattığı söylenebilir. Bir ara Ziya’nın kızlarından birinin kuruyan dudaklarına krem sürdüğünü gördüm. Öğrendiğime göre Ziya üç yıl ‘kötü hastalık’ ile mücadele etmişti. Sanırım karısı ve iki kızı Ziya’nın acılarının bittiğine memnun olmuşlardı. Asıl acı zamanla ağırlaşıyor, derinden zonkluyor. Cami avlusu bu işin ilk aşaması daha, belki de en kolayı. Ben babamın öldüğünü annem onun elbiselerini havalansın diye balkona astığı zaman anladım.

Neyse Ziya’nın karısı herkesin onu beklediği yere geldi. Ben de adımı söyleyerek kendimi hatırlattım ve ‘başın sağ olsun’ dedim. Zaman herkesi değiştiriyor. O gün avluda farkettim ki özellikle erkekler çok değişiyor. Saçlar gidiyor en çok. Saç gidince fena.

Ortada konuşlanacak bir gölgelik ararken biri kolumdan çekti. Baktım aynı seneden bir başka arkadaşım. ‘Neden gelmedin?’ dedi. ‘Gelmediğim yer’ iki gün önce düzenlenen 40.yıl mezuniyet gecesi idi. Ben cevap vermeye hazırlanırken ekledi: ‘protesto etmişsin’. ‘Yok canım falan’ dedim. Canım o geceyi de konuşmak istemiyordu. ‘Öyle diyorlar’ diye ekledi. ‘Aslında geceye davet geldiğinde ilk itiraz eden ben değildim’ dedim, ‘O tarih Ramazan’ın birinci günü idi.’ Arkadaşım ‘Sen oruç tutar mısın?’ diye hayretle sordu. ‘Mesele ben değilim, birlikte mezun olduğumuz ve oruç tutan arkadaşlarımız’ dedim. ‘Onlara saygı göstermek gerekiyor’  Beni anlamadığını anladım. Çok iyi bir geceymiş, üç eski rektör bile katılmış. Ne önemi varsa.  Avluya baktım, birlikte mezun olduğumuz çok kişi göremedim.

Namaz için musallanın önünde birikenlerin arasına girdim. Önce ‘müsaade eder misiniz’ diye öne geçen eski bir banka müdürü ve onun peşinde takılmış iki kişi tarafından kenara itildim. Orada bile kendi protokollerini kurdular en önde oldular. Sonra gayet ciddi giyinmiş bir başkası onların yanına katıldı. Biraz sonra sağ ayağı özel aparatlarla sabitlenmiş birini tekerlekli iskemlede iterek getirdiler. Önüme geçirip duvar dibine yerleştirdiler. İskemledeki adam benden gençti. Ensesi kalın, bedeni güçlüydü. Onu neden bir başkası itiyordu ki? Pazılarına bakılacak olursa tekerlekli sandalyeyi itecek gücü vardı. Ama iskemleyi iten takım elbiseli, kravatlı adam, bana  bu pehlivanın yanında çalışanlardan biri gibi geldi.  Adam siyah fanila ve şort giymişti. ‘Uf olmuş’ ayağı çıplaktı. Ayak parmaklarından baştakini hemen yanındaki ile birlikte oynatıyordu. Diğer ayağında tenis ayakkabısı ve çorabı vardı. ‘Teniste ya da kayakta kırmış ayağını’ dedi kafamdaki şeytan. Git işine şeytan! Pehlivanın iskemlesi yerleşince kalabalık arasından çıkan kısa boylu bir kadın onun yanında geldi ve şefkat göstererek ‘su iç, su iç’ diye tekrarladı.  Pehivanın su içesi var mıydı bilmiyorum ama üzerine düşülmekten zevk aldığı belliydi. İyi ama su yoktu kim getirecekti? Pehlivanın iskemlesini  iten adam  görevi üstlenmesi gerektiğini anladı ve bir ara kayboldu, elinde bardak su ile geri döndü. Ramazan’da bu pehlivanın susamış olmasına üzüldüm diyemem. Pehlivan suyu iki seferde içti, bitirdi, damağını şaklattı. Hâlinden, yanında çok adam çalıştırıyormuş gibi bir hava vardı. Herkese işçisi imiş ki davranıyordu. Mezarlığın yerini sordu, o iskemlesi ile gidebilir miydi? Koltuk değneği kullanmadığına göre birisi onu itecekti gene. Aslında ‘beni itersiniz değil mi?’ diye emir kipini nazikleştiriyor, demokratlaştırıyor, seçme şansı bırakmıyordu. Dinleyenler ortaklaşa sorumluluk aldılar.  Birisi telefonuna kaydettiği bir sanduka resmini  gösterdi. Hani başka dinden olanlar sanduka ile gömülür ya öyle bir şey. Ziya’nın tabutu sade belediye tabutu idi. Herhalde bu pehlivan kendisi için ısmarlayacaktı. İş bitirici yâni.

Hoca geldi. Musalla taşının yanındaki Ziya’nın fotoğrafı olan sehpayı resim görünmesin diye ters çevirtti. Halbuki herkesin yakasında Ziya’nın fotoğrafı vardı. Genellikle cenaze namazından sonra sorulacak soruyu sordu: ‘Ziya Bey’i nasıl tanırsınız?’ 40 yıldır görmedim ben tanıdığımda iyi bir insandı. Ses çok gür çıktı ‘İYİ’. Ardından üç kez helâllık verdik. Namazı kıldık. Namazdan sonra ön sıradaki ciddi bey bir konuşma yapacakmış, törenin sırası onun için değişmiş. Cami hocası ciddi beye hocam diyerek yerini verdi. Ciddi bey cebinden konuşmasını çıkardı. Elinde tuttuğu kağıtların yanına iliştirdiği küçük mikrofona konuşmaya başladı. Sesi taverna şarkıcısının konuşması gibi ekolu yayılıyordu etrafa. ‘Analitik bir insandı, ne karar alacaksa Excel tablosu yapardı. Bu karar Amerika’dan Türkiye’ye dönmek ya da bir ev satın almak olsun farketmezdi’ dedi. Demek ki Ziya Amerika’ya gitmişti, Excel tablosu ile geri dönme kararı vermişti.  Ciddi bey ‘analitik’ düşünceye değer verdiğini birkaç kez tekrar ederek gösterdi. ’Bir iş hakkında karar vermeden o konu ile ilgili kitaplar satın alır, okurdu’ dedi. Tabii ki hemen bir Excel tablosu  yaparmış merhum. Konuşma uzun sürdü. Sonunda alkışlandı ciddi bey. Hoca cenazeyi alabilirsiniz dediği zaman en ön sıra, pehlivan dışında  hemen atıldı. Günahlarını almayayım amaçları safmış.

Küçük cami avlusundaki kalabalık , sırttan sırta geçen  cenazeye yol verdi. Ben de takip ettim. Bu arada birisinin, ‘yemek yer miyiz?’ diye sorduğunu duydum, ‘ Bildiğim bir esnaf lokantası var, sizi oraya götüreyim’

Avludan çıktım, uzun uzun deniz kenarında yürüdüm. Deniz havası iyi geldi.


Melih Anık       

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder