Ziya, üniversiteden mezun olduğumuz günün 40.yılında
öldü. Öldü diyorum zira ölüm gibi sade bir gerçekliği ifade eden kelimenin de
sade olmasını istiyorum. ‘Işığa yürüdü’, ‘ebediyete intikal etti’, ‘sonsuzluğa
gitti’, ‘arkadaşlarının yanına gitti’ gibi ifadeler bana çok süslü geliyor. Ben
genellikle söylenene değil söyleyene bakıyorum. Ölümü anlatırken bile kendi hayat hikâyemizi
anlatır gibiyiz.
Ölüm ilânı Pazar gazetesinde çıkmıştı, cenaze töreni
ertesi gün, okulun muhitindeki camide yapılacaktı. Pazartesi günü, öğle namazı
saatinden bir saat önce yola çıktım. Bindiğim otobüs camiye yakın durağa yaklaşırken otobüste bir kadının şoföre
‘camii durağın neresinde’ diye sorduğunu duydum. Umursamadım indim yürüdüm.
Camide bir arkadaşla karşılaştım, konuşurken otobüsteki kadın yanımıza geldi
meğer caminin yerini soran kadın o
arkadaşın karısı imiş. Yüzüne dikkatlice bakınca onun da bizim okuldan olduğunu
anladım. O da beni otobüste görmüş. Üniversitede iken dört yıl hayatımız caminin
bulunduğu muhitte geçmişti. Caminin yanındaki bizim zamanımızdaki salaş balıkçı
kahvesi, yıllar içinde ‘valeli’ sosyete Cafe’si oldu. Demek ki otobüsteki kadın
onu da bilmiyordu. Caminin yerini bilmeyişine şaşırdım, ama yüzüne söylemedim.
Camide düzgün bir taziye sırası vardı. Ben de sıraya girdim. Bu arada aramızdan çıkmış bir ‘Özal Prensi’ sıraya kaynak yaptı. O Müşfik Kenter ile Yıldız Kenter’in kardeş olduğunu bilmiyordu. Prensliği döneminde devlet televizyonunda o da program kaptı. Yıldız Kenter ile yaptığı tv söyleşisinde bu cehaleti ortaya çıkınca, dalga geçmek için çok abartılı bir övgü mesajı göndermiştim ona. Abartıya inanmış bana ‘bu şahane kişiyi tanımak isterim’ diye cevap mesajı yazmıştı. Yıllar onu değiştirmemiş.
Sıra bana geldiğinde Ziya’nın eşi yerinde değildi.
Ortalarda dolaşıyor gelenlere sanki teşrifat yapıyordu. Yaşlılara oturacakları
yeri gösteriyor, arkadaşına bir başka arkadaşının bulunduğu yeri tarif
ediyordu. En yakını ölmüş birisi acısıyla değil, çevresiyle ilgileniyorsa
ölümün kurtuluş olarak algılandığı, geride kalanları rahatlattığı söylenebilir.
Bir ara Ziya’nın kızlarından birinin kuruyan dudaklarına krem sürdüğünü gördüm.
Öğrendiğime göre Ziya üç yıl ‘kötü hastalık’ ile mücadele etmişti. Sanırım
karısı ve iki kızı Ziya’nın acılarının bittiğine memnun olmuşlardı. Asıl acı
zamanla ağırlaşıyor, derinden zonkluyor. Cami avlusu bu işin ilk aşaması daha,
belki de en kolayı. Ben babamın öldüğünü annem onun elbiselerini havalansın
diye balkona astığı zaman anladım.
Neyse Ziya’nın karısı herkesin onu beklediği yere
geldi. Ben de adımı söyleyerek kendimi hatırlattım ve ‘başın sağ olsun’ dedim.
Zaman herkesi değiştiriyor. O gün avluda farkettim ki özellikle erkekler çok
değişiyor. Saçlar gidiyor en çok. Saç gidince fena.
Ortada konuşlanacak bir gölgelik ararken biri
kolumdan çekti. Baktım aynı seneden bir başka arkadaşım. ‘Neden gelmedin?’ dedi. ‘Gelmediğim yer’ iki gün önce düzenlenen 40.yıl
mezuniyet gecesi idi. Ben cevap vermeye hazırlanırken ekledi: ‘protesto etmişsin’. ‘Yok canım falan’ dedim. Canım o geceyi
de konuşmak istemiyordu. ‘Öyle diyorlar’ diye ekledi. ‘Aslında geceye davet geldiğinde ilk itiraz eden ben değildim’ dedim,
‘O tarih Ramazan’ın birinci günü idi.’
Arkadaşım ‘Sen oruç tutar mısın?’
diye hayretle sordu. ‘Mesele ben
değilim, birlikte mezun olduğumuz ve oruç tutan arkadaşlarımız’ dedim. ‘Onlara saygı göstermek gerekiyor’ Beni anlamadığını anladım. Çok iyi bir
geceymiş, üç eski rektör bile katılmış. Ne önemi varsa. Avluya baktım, birlikte mezun olduğumuz çok
kişi göremedim.
Namaz için musallanın önünde birikenlerin arasına
girdim. Önce ‘müsaade eder misiniz’
diye öne geçen eski bir banka müdürü ve onun peşinde takılmış iki kişi
tarafından kenara itildim. Orada bile kendi protokollerini kurdular en önde
oldular. Sonra gayet ciddi giyinmiş bir başkası onların yanına katıldı. Biraz
sonra sağ ayağı özel aparatlarla sabitlenmiş birini tekerlekli iskemlede iterek
getirdiler. Önüme geçirip duvar dibine yerleştirdiler. İskemledeki adam benden
gençti. Ensesi kalın, bedeni güçlüydü. Onu neden bir başkası itiyordu ki? Pazılarına
bakılacak olursa tekerlekli sandalyeyi itecek gücü vardı. Ama iskemleyi iten
takım elbiseli, kravatlı adam, bana bu
pehlivanın yanında çalışanlardan biri gibi geldi. Adam siyah fanila ve şort giymişti. ‘Uf olmuş’
ayağı çıplaktı. Ayak parmaklarından baştakini hemen yanındaki ile birlikte
oynatıyordu. Diğer ayağında tenis ayakkabısı ve çorabı vardı. ‘Teniste ya da kayakta kırmış ayağını’
dedi kafamdaki şeytan. Git işine şeytan! Pehlivanın iskemlesi yerleşince
kalabalık arasından çıkan kısa boylu bir kadın onun yanında geldi ve şefkat
göstererek ‘su iç, su iç’ diye tekrarladı.
Pehivanın su içesi var mıydı bilmiyorum
ama üzerine düşülmekten zevk aldığı belliydi. İyi ama su yoktu kim getirecekti?
Pehlivanın iskemlesini iten adam görevi üstlenmesi gerektiğini anladı ve bir
ara kayboldu, elinde bardak su ile geri döndü. Ramazan’da bu pehlivanın susamış
olmasına üzüldüm diyemem. Pehlivan suyu iki seferde içti, bitirdi, damağını şaklattı.
Hâlinden, yanında çok adam çalıştırıyormuş gibi bir hava vardı. Herkese işçisi
imiş ki davranıyordu. Mezarlığın yerini sordu, o iskemlesi ile gidebilir miydi?
Koltuk değneği kullanmadığına göre birisi onu itecekti gene. Aslında ‘beni
itersiniz değil mi?’ diye emir kipini nazikleştiriyor, demokratlaştırıyor,
seçme şansı bırakmıyordu. Dinleyenler ortaklaşa sorumluluk aldılar. Birisi telefonuna kaydettiği bir sanduka resmini
gösterdi. Hani başka dinden olanlar
sanduka ile gömülür ya öyle bir şey. Ziya’nın tabutu sade belediye tabutu idi.
Herhalde bu pehlivan kendisi için ısmarlayacaktı. İş bitirici yâni.
Hoca geldi. Musalla taşının yanındaki Ziya’nın
fotoğrafı olan sehpayı resim görünmesin diye ters çevirtti. Halbuki herkesin
yakasında Ziya’nın fotoğrafı vardı. Genellikle cenaze namazından sonra sorulacak
soruyu sordu: ‘Ziya Bey’i nasıl
tanırsınız?’ 40 yıldır görmedim ben tanıdığımda iyi bir insandı. Ses çok
gür çıktı ‘İYİ’. Ardından üç kez helâllık verdik. Namazı kıldık. Namazdan sonra
ön sıradaki ciddi bey bir konuşma yapacakmış, törenin sırası onun için değişmiş.
Cami hocası ciddi beye hocam diyerek yerini verdi. Ciddi bey cebinden
konuşmasını çıkardı. Elinde tuttuğu kağıtların yanına iliştirdiği küçük mikrofona
konuşmaya başladı. Sesi taverna şarkıcısının konuşması gibi ekolu yayılıyordu
etrafa. ‘Analitik bir insandı, ne karar
alacaksa Excel tablosu yapardı. Bu karar Amerika’dan Türkiye’ye dönmek ya da
bir ev satın almak olsun farketmezdi’ dedi. Demek ki Ziya Amerika’ya gitmişti,
Excel tablosu ile geri dönme kararı vermişti. Ciddi bey ‘analitik’ düşünceye değer verdiğini
birkaç kez tekrar ederek gösterdi. ’Bir
iş hakkında karar vermeden o konu ile ilgili kitaplar satın alır, okurdu’
dedi. Tabii ki hemen bir Excel tablosu yaparmış merhum. Konuşma uzun sürdü. Sonunda
alkışlandı ciddi bey. Hoca cenazeyi alabilirsiniz dediği zaman en ön sıra,
pehlivan dışında hemen atıldı.
Günahlarını almayayım amaçları safmış.
Küçük cami avlusundaki kalabalık , sırttan sırta
geçen cenazeye yol verdi. Ben de takip
ettim. Bu arada birisinin, ‘yemek yer miyiz?’ diye sorduğunu duydum, ‘ Bildiğim
bir esnaf lokantası var, sizi oraya götüreyim’
Avludan çıktım, uzun uzun deniz kenarında yürüdüm. Deniz havası iyi geldi.
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder