26 Aralık 2014 Cuma

Tiyatro Üzerine Kendime Sorduğum Sorular ve Verdiğim Cevaplar

Bugün bir yazı okudum. Bir gazeteci sorular sormuş, bir tiyatro adamı da cevaplamış. Tiyatro adamının verdiği cevapları düşündüm bu yazıyı yazdım. Ne soruları soranın ne de cevaplayanın kişilikleri beni ilgilendiriyor. Bugün ülkemizde  tiyatronun görüntüsünü yansıtan görüşler üzerindeki düşüncelerimi kaydetmekten başka bir niyetim de yoktur. Aklıma takılan soruları soracağım cevaplarımı da yazacağım:

Bugün Tulûat tiyatrosunun en önemli temsilcisi de olsa bir oyuncu ‘asal metin’ üzerinde yaptığı eklemelerle oyunu geliştirip değiştirmek olanağı bulabilir mi?
Öncelikle şu ‘asal metin’ üzerinde duralım. Bu bir ‘metin’ var demektir. Metin de ‘yazılı’ olur. Oysa ki Tulûat tiyatrosu tanımı itibarıyla  ‘metni olmayan tiyatro’dur. Tiyatro terimi olarak tulûat,  ‘metin dışı eklemeler ve hareketler yapıldığı’nı  ima eder.  Ancak ‘metin dışı’ ekler yapılabilmesi bir ekip işidir. Yâni oyundaki birden çok oyuncunun ‘açmaz’ verebilmesi ve ‘esas’ oyuncuyu beslemesi gerekir. Bizde ‘esas’ oyuncu aklına geleni bir pundunu bulup oyuna yerleştirmeye çalışır. Oyuncu tecrübeleri arasındaki farklar tecrübesiz oyuncuları da tedbirli olmaya zorlar. Aslını isterseniz  dünyada da tulûat ortadan kalkmaktadır. İnsanlar kendilerini yeterince (hele bazı ülkelerde) açık ifadeden kaçınmakta, kişisel endişeler tulûatın önünde engeller oluşturmaktadır. Benim  Avustralya, Asya, Güney Amerika, Afrika’da seyrettiğim gösterilerde de doğaçlama gibi görünen ama aslında ticari ve tekrardan oluşan oyunlar sunulmaktaydı. Gerçek anlamda tulûat köylerde oyuncusu ve seyircisi aynı olan topluluklarda oynanan oyunlarda kalmıştır.  Şehirlerde tulûat diye sunulan  şey, esas oyuncunun maharetine bağlı bir  ‘stand-up’ gösterisi  hâline gelir. Oyun bu eklemelerle gelişip değişir mi? Oyunun olayları değişmez, çok seyirci tarafından beğenilmesi  oyunun geliştiği varsayımını kuvvetlendirir ama bu da tartışmalı bir görüştür. Bizde tulûatın başarısının ölçeği oyunun uzamasıdır. Benim seyrettiğim oyunlarda,  esas oyuncu insanın beyninde şimşek çaktıran dokunuşlar yapamadı. Oyuncu benden daha ileride değildi çünkü.  Geçmişte dokunulmazlığını halktan alan ve bu nedenle siyasilerin dokunamadığı oyuncular vardı ama onlar da kalmadı. Oyuncu, metin dışı da konuşsa ‘metin dışılığın’ sınırı, yazılı metnin sınırlarıdır. Örneğin hastane ile ilgili bir oyun hasta, hastalık vb konularda daha fazla doğaçlama yapma şansı verir.   
Göreve yeni gelmek bir bahane olur mu?
Her oyun için önceden belirlenmiş bir prova süresi vardır.  Buna yönetmen karar verir. Acemi olmadığı düşünüldüğü için  o yönetmen görevlendirilmiştir. Oyun gerçekten bir acemiye teslim edilmişse,   yönetmeni görevlendirenin acemiliğinden bahsedebiliriz.  Ama yönetmenin acemi olmadığı üzerinde genel bir uzlaşma varsa ‘acemilik’ bir mazeret olamaz.
Bir pozisyona atanan biri üstlendiği görevin mevcut durumundan yakınmalı mı?
Meselâ ‘enkaz devraldım’ demek doğru mudur? Ben bana yöneltilen görevlerde hep görevin ve durumun koşullarını  elimden geldiğince inceledim. Sormadığım soruların sorumluluğunu üzerime aldım. Koltuğa oturduktan sonra da hiç geçmişe yönelik mazeret üretmedim.
Tiyatroda oyun seyirciyle buluştuktan  sonra çıkan hesaplanmamış durumlar nelerdir, böyle bir durumda ne yapmalıdır?
 Seyirciler, eleştirmenlerin  tepkileri, oyunu destekleyenlerin, tiyatro patronunun yakınmaları, dıştan gelen her türlü engelleme  ‘hesaplanmamış durum’ olabilir. Şikâyet ve engelleme gerekçeleri, sebepleri farklı farklı olur. Zira bir oyunu herkese beğendirmeniz, her talebi dikkate almanız mümkün değildir. Bu, seyirciyi, eleştirmeni yadsımak demek değildir. Öte yandan engel çıkaranın kuklası  durumuna düşmek de kötüdür. Zira tiyatro bir amaç için yapılır. Bu amaç, herkesi memnun etmek değildir.  Aksi takdirde yönetmenin işlevi sıfırlanır, topluluk şamar oğlanına döner. Belli bir yaşa gelmiş insanlar için hesaplayamamak diye bir hususun olmaması gerekir. Ayrıca tiyatro bir hesap kitap işi değildir. Bu nedenle özgürce yaparsınız, yola çıkmışsanız sonuna kadar gidersiniz.
Birinci oyunla 100.oyun arasında fark yok mudur?
Vardır. Oyun her gece ‘farklı’dır. Zira tiyatro seyircinin nefesiyle tamamlanır. ‘Fark’ dediğimiz şey bu nefes çarpışmasından doğar, sahneyi besler geri döner seyirciyi uyarır. ‘Fark’ı esas çizgiden çıkmak gibi anlamamak gerekir.
 Kurumların sanatsal sorumluluğu en baştaki yöneticiye mi aittir?
Tiyatroda  ödül alan herhangi bir dalın başarısı için tiyatro sahibine de  ödül verilir mi? Sorumluluğu üzerine aldığını vurgulayan yönetici ‘her şeyi ben yaptım’ demek istiyordur. Ama bu anlayış orada kalmaz zira o yöneticiyi o göreve getirenler de kendilerini  ‘sorumlu’ görmeye başlar.  Kendini sorumlu hisseden, işe  karışır. Bu, ‘parayı ben veriyorum’a kadar gider. Oysa bugün ‘özerklik’, ‘ödenekli tiyatroların durumu’ tartışılmaktadır.  Bu ‘özerlik’ anlayışına nasıl yansır? Tiyatroda sorumluluk paylaşılmalıdır. Herkes kendini, kuruma ‘ait’ hissetmiyorsa orada başarı olmaz.    
Oyunun, oyuncunun ve seyircilerin değerini korumak ne demektir?
Seyircilerin değeri (yoksa değerleri mi?) nasıl korunur? Seyirci bütün bir topluluk değildir. ‘Seyircinin değeri’ demek bir anlamda onları ‘tek beden’ olarak görme, varsayma, isteme düşüncesini ortaya koyar. Bu tiyatronun görevi değildir. Oyunun ve oyuncunun değerini kim tayin eder? ‘Oyunun değeri’ne yönetici, yönetmen karar verir ama son karar yönetmenindir. Her yönetmen aynı oyundan farklı değerler yaratır. Yönetmen kadrosundaki oyuncuları başarılı kılmak adına elinden geleni yapar, doğru rol dağılımı yapar, günlerce rolü için uğraşmış bir oyuncunun hayâllerini yerle bir edecek girişimlere karşı durur.
Bir kamu tiyatrosunun tüm seyircilerine aynı oranda önem vermesi ne demektir?
 Meselâ bir kişi  oyundaki bir noktaya itiraz etmişse bunun ‘ağırlığı’ nedir? Dikkate alınmalı mıdır? Oylama yaparak mı seyirci eğilimi belirlenecektir? Belki de o bir kişinin karşısında 100 kişi  vardır. O bir kişiyi dikkate almak bizim o seyirci gibi 100 kişi olduğu gibi bir yanlış varsayıma götürür. Bu durumda  aslında kararı biz vermekteyizdir, o BİR  seyirci değil.
Oyunun ‘sıkıcı’lığına kim karar verir?
 Tabii ki seyirci. Gelmez, seyretmez. Oysa ‘ %103 doluluk’ ile ‘seyircinin sıkıcı bulması’nı aynı cümlede kullanmak ne kadar doğrudur?
‘Oyunun oturması’ ne demektir?
Oyun yaklaşık  iki ay çalışılır. Seyirci ile buluşulduğu ilk gece oyun henüz ‘ayakta’dır. Seyirci karşısında ekibin titremesi normaldir. Genel olarak tecrübeli oyuncularla  bu ‘oturma’ süresi on gösteriye kadar çıkar. Galaların yapılma zamanları  ‘oturma süresi’ hakkında fikir verir.   Bu ‘oturma’ önceden belirlenen şeylerin zamanında ve önceden belirlenen yoruma göre hatasız yapılması anlamına gelir. Yâni oturmuş oyun, yoluna girmiş oyundur. Neden o aşamada yeniden prova yapılsın ki!  Tiyatroda bu, buzdan bir heykelin donmasına benzemez. Yâni su şeklini alsın insan  yapalım denilmez  tiyatroda. Rol(insan) provalarda oluşur. Hatta oyun oynanırken de süreç devam eder. Bu nedenle oyun yaşayan bir organizma gibidir.  ‘Oturma’ süresinin sonu, rolü çıkarmak, sahne atmak için kullanılmaz. Oyunu hazırlamak için harcadığınız 60 günde düşünmediğinizi 10 gün içinde mi göreceksiniz? Seyirci mi size söyleyecek neyin doğru olduğunu?


Melih Anık     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder