31 Aralık 2014 Çarşamba

‘Abi Management’

Ben bir zamanlar ‘Abi management’ ile idare edilen BÜYÜK bir şirkette çalıştım. Herkes bir üstüne ‘Abi’ diye hitap ederdi.  En büyük ‘Abi', patrondu. Meselâ patronun  hocası olmuş bir profesör bile patrondan bahsederken  ‘…   Abi’ derdi.   

Bu ‘Abi’ meselesi şirketin içine o kadar yerleşmişti ki iş birliği yaptığımız bir Japon şirketi, ‘Abi management’ ile idare edilen bu şirkete gönderdiği mektubun zarfı  üstüne ‘Mr. Melih Abi Anık’(gerçek ismi vermedim)  yazmıştı. 

‘Abi’lik  şirket içinde dayanışmanın çimentosu idi.’ Erkekçe’ bir ‘akrabalık bağı’ yaratılmıştı. Çalışan kadınlara ‘Abla’ diye hitap edilmiyordu  ama  kadınlar da erkeklere ‘abi’ diyordu. Zaman içinde ufak denemeler yapılmaya başlandı. Kendi pozisyonundan emin olmaya başlayanlar samimiyeti daha da ilerletti ve patrona  bile ‘Ya  …. Abi’ ya da ‘ …  Abi  yahu’ demeye başladı. Bu, pozisyon göstergesi oldu.Onlar ‘Abi’nin masasına oturmaya, en iyi şantiyelere atanmaya başlandı.  Diyemeyenler diyenleri kıskanmaya başladı. Patron  ‘Ulan…’ diye seslendi  mi sevinenler olurdu. ‘Patron bana ulan dedi’ diye(sanki).

Şirket içindeki bu 'aile tablosu' başlangıçta uluslar arası alanda bir güç gibi algılandı. Uluslar arası güçle ancak bu şekilde mücadele edilebilirdi. Bu bize özgü bir kuvvetti, Batı beceremezdi. (Sonradan düşündüğümde bunun sermaye ile ilgili olduğunu anladım.) ‘Abi’nin sözü ile inşaat orduları  harekete geçiyor ‘Abi’nin sözü ikiletilmeden dünyanın en ücra köşelerine gidiyordu. Şirket bir kişilikti. Sadece 'Abi' düşünüyor biz kardeşler yapıyorduk. Binlerce çocuğu olan bir aileydi şirket.  Gidenler ‘abi’ye teslim ettikleri ailelerinin güvenliğinden kuşku duymuyordu.

O sıralarda İran ile savaşın içinde olan Irak’a gitmem istendi. Yanımda iki Amerikalı mühendis ile İran sınırına yakın, bombalanan bir yere gidecek, yer görecektik. Amerikalı iki yaşlı mühendisin her türlü sigortası vardı. Ben o günlerde ‘Abi’den bana hayat sigortası  yaptırmasını  istedim, geride kalan ailem için tabii ki. “‘Abi’, sırtımı sıvazladı ve ‘Ailenin arkasında ben varım, ben şirketteki tüm çalışanlarımın  ‘Abi’siyim” dedi.  Ben bu sıvazlamayla  gidip geldim defalarca, ‘Abi’me güvenerek. O günlerde 'Abi'min benden alındığını düşündüm. Zira istediğim şey ona güvenmediğim gibi algılanıyor olabilirdi. Beni öyle düşündürttü. İnşaat devam ederken iş kazaları oldu,  işçiler hayatlarını kaybetti. ‘Abi sigortası’ onların aileleri için nasıl çalıştı bilmiyorum. Ama ‘Abi’ iyi bir insandı, gereğini yapmıştır diye düşünüyorum.

O yıllarda(’80 ler) pek çok yabancı şirketle ortak yapılan çalışmalarda bulundum. Hiçbiri ‘Abi management’ ile yönetilmiyordu. O şirketlerde kurallar yazılmıştı. ‘Abi’ istedi diye izin kullanmayan çalışan yoktu meselâ. Ben ise iş yetişecek diye izin kullanmazdım.

Sanıyorum ‘Abi management’ bizde hâlâ geçerli. Şimdiki  ‘Abi’ler ‘mesajla ayar verme’, ‘törpüleme’, ’kulak çekme’ye kadar vardırdılar bu işi. Kardeşlerine ‘otosansür’ öğretenler de varmış. Benim zamanımda ‘Abi’ ne derse oydu ama benim ‘Abi’m şirketin sahibiydi. Paramı  o veriyordu yâni. O ölse, oğluna  ‘Abi’ diyecektik hep birlikte nasılsa.  Şirketin ‘kurumsallaşması’ da beni ilgilendirmiyordu.  Şirketin önü parktı. Herkes benim gibi düşündüğü için biz o parkta maraton falan da yapmadık.


Melih Anık    

28 Aralık 2014 Pazar

Tiyatroda Oyundan Sahne ve Rol Çıkarmak

Son günlerde seyircisi ile buluşmuş bir oyundan sahne ve rol çıkarılması  gündeme geldi. Oyunun o âna kadar kaç kez oynanmış olması üzerinde durmuyorum. Bunun biri de otuzu da aynı  bana göre. Sebebi üzerinde de durmuyorum. Benim bu yazıyı yazmamın sebebi seyircisi ile buluşmuş bir oyundan sahne ve rol çıkarılması normal midir sorusuna cevap aramak.

Konu edilen olay normal bir şeymiş gibi anlatıldı. Bize anlatıldığına göre oyunların bir ‘oturma süresi’ vardır bu süre sonunda yâni oyun ‘oturunca’ duruma bakılır ve oyuna müdahale edilebilir, oyundan sahne ve rol çıkarılabilir.

Oyuncular ne kadar tecrübeli olurlarsa olsunlar yeni oyun ve rol heyecanı ile hata yapabilir.  Prömiyerden oyunun ‘oturması’ sürecine kadar oyuncular heyecanlarını  kontrol etmeye başlar, yeni rolleri ile seyirci karşısında olmaya alışırlar;  ekip arkadaşlarının seyirci karşısında ne(ler) yapabileceğini  anlarlar, teknik ekip ile sahne arasındaki uyum tamamlanır yâni ışık, ses, efekt zamanında gelir. (Aslına bakarsanız oyun 'oturtma' süreci ilk provadan itibaren başlar.) Oyunun ‘oturması’ her şeyin planlandığı gibi gitmesidir. Buna oyunun süresi de dahildir. Dekor değişim süreleri, sahne trafiğinin oyun süresine tesirleri incelenir, ayarlanır.  Yönetmen hangi sahnenin ve oyunun  ne kadar süreceğini en ince ayrıntısına göre hesaplar. Provalarda oyunun süresi tespit edilir. Muhtemel etkilerin(tulûat, ara alkış  gibi ) oyun süresine tesiri önceden saptanır.  Her şey önceden bellidir. Provalar sahnede bir düzenin sağlanması için yapılır. Seyirci ile buluşmuş oyunda saat tutulur ve oyunun hızlı  mı yavaş mı oynandığı takip edilir. Oyuncuların ve tekniğin  temposu izlenir, oyuncular ve görevliler uyarılır. Tiyatro matematik değildir ama tiyatronun da bir matematiği vardır. Taşlar yerine oturunca oyun ‘oturdu’ denir. Artık bundan sonra oyun belli aralarla izlenir. Planlamadan kayma  var mı yok mu saptanır ve düzeltilir.

Bir oyunun  ‘oturması’ zaten amaçlanan bir şey olduğu için artık o aşamadan sonra oyuna müdahale etmek düşünülmez. Oyunun hazırlanması sırasında yâni provalarda tüm çalışmalar oyun içindeki tüm ögelerin yönetmenin yorumuna bağlı olarak birbirine bağlanması ve bütünsel olarak bir yapının ortaya çıkarılması, benzetmek gerekirse bir yapının projesine göre inşa edilmesidir. Nasıl ki bitmiş bir yapıdan fazla diye bir kolon atılmazsa oturmuş oyundan da sahne ve/ya  rol çıkarılamaz. O zaman yapının yâni oyunun dengesi bozulur. Sonradan yapılan dokunuşlara ‘toz alma’ denir ki bu ana yapıyı  yeniden inşa etmek yâni sahne ve rol sayısını değiştirme anlamına gelmez. Tiyatro CİDDİ bir iştir.

Seyircinin teveccühünü kazanmış bazı oyunlar zaman içinde şu veya bu şekilde çizgisinden çıkabilir. O zaman yeniden prova yapılır ve oyun eski çizgisine konulur. Oyun kadrosunda olabilecek değişiklikler(ayrılan bir oyuncunun yerine yeni bir oyuncunun oyuna katılması gibi) oyunun yeniden elden geçirilmesini zorunlu kılar.  Duyduğum kadarıyla ülkemizde yıllar süren bazı oyunlarda yönetmenler 'Artık iş  benden çıktı' diyerek prova yapmazmış. Bu, ülkemizdeki tiyatro disiplini ile ilgili bir olaydır. Normal değildir.

Tiyatroyu ciddiye alan  ülkelerde provalarda süresi tayin edilmiş bir oyunu kısaltmak için sonradan sahne ve rol çıkarılmaz.  Buna önce eleştirmenler itiraz ederler. Zira bu keyfi davranışlar eleştirmenlik kurumunu da zedeler. Seyirci oyunda yapılan değişiklikler nedeniyle kendine saygı gösterilmediğini anlar. Ben en çok aylarca rolüne çalışmış ama rolü ve sahnesi oyundan çıkarılmış oyuncu için üzülürüm. BENİM vicdanım sızlar.

 Tiyatroyu ciddiye alan ülkelerde ülkelerde seyirciler, eleştirmenler, tiyatro camiasını oluşturan tüm kesimler provaların ne için yapıldığını bilir ve kendilerine anlatılan hikâyelere inanmaz, o hikâyeleri anlatanların kendileri ile dalga geçtiğini  düşünürler.  

Tiyatroda ‘oturmuş’ bir oyundan sahne ve rol çıkarılmasını normal bir olay gibi göstermeye çalışmak tiyatroya yapılacak en büyük darbedir.  Bunun yaşandığı  ve normal karşılandığı  bir  ülkede tiyatro sahipsiz demektir, başına her şey gelir. Tiyatronun saygınlığını korumayan tiyatrocuların başkalarının saldırılarından yakınmaya hakları yoktur. Yakınırlarsa onlara ‘Hadi canım sen de’ denilir. Onlara saygı gösterilmez. Ama bu gelişmiş ülkelerde olur.  

Melih Anık  

‘Bilmediğiniz Şeyler Var’

40 yıl süren iş hayatımda çeşit çeşit patron, yönetici gördüm. Tepemi arttıran ve bende isyan duygusu uyandıran patron ve yöneticiler, bana bir şeyi kabul ettirmeye çalışırken  ‘Bilmediğin şeyler var’ diyenler oldu. Neden mi?

Beni oyun dışında bırakıyordu. Bu, ‘Senin aklın ermez’, ‘Senin bilmen gerekmiyor’, ‘Ben çözerim’  demekti. Ayrıca ‘Senin sınırın buraya kadar’ anlamına geliyordu. O zaman patron falan fark etmedi, hep sordum ‘Bana ihtiyacın olduğuna emin misin?’ ‘Mırın kırın’lar başlıyordu, konu öteye atılıyordu ‘Ben sana günü gelince açıklarım’ Karşımdaki şirketin patronu dahi olsa biz ‘iş arkadaşı’ idik, aynı gemide idik. Beni aşağılamaya kimsenin hakkı yoktu.  Ben nedenini bilmeden, sonuçların ne olacağını kendi aklım ve bilgimle tartmadan hiçbir ‘emri’ uygulamadım. Çoğunlukla  ikna ettim bir kez edemedim. Ama edemediğim o kez, patrona ‘Benim düşüncemi  dinlemek istemiyorsan bana o kadar parayı da  verme kendi kendine yürü ben yokum’ dedim işi bıraktım.  

Tiyatroda ‘Bilmediğiniz şeyler var’ diyen yönetici dedikoduları oluyor. Ama o yöneticinin  karşısında da ‘bilmemeyi tercih eden’ ya da ‘bilmemeyi rahatlık sayan’  bir topluluk oluyor  ki ses seda çıkmıyor.  Oysa hepsi ile konuşun ‘tiyatronun bir EKİP işi’ olduğunu söyleyeceklerdir.  Tiyatro EKİP işi ise ‘ekip’ elemanlarının   ‘Bilmediğiniz  şeyler var’ ifadesinin anlamı üzerinde düşünmeleri gerekir. Zira bu anlayış onları aşağılamaktadır. ‘Bilmediğiniz  şeyler var’ diyenlerin  ‘kahramanlığa’ soyunmasını da sorgulamak gerekir.  Benden söylemesi.


Melih Anık

26 Aralık 2014 Cuma

Cibali Karakolu'nun Ayıplı Videosu


Oyunu tanıtan videoları hazırlarken neye dikkat edersiniz? Pek tabii ki özel bulduğunuz sahnelerden fotoğrafları, hareketli sahnelerin görüntülerini verirsiniz. Aşağıda verdiğim fotoğraf İBBŞT'nın Cibali Karakolu'nu tanıtan sayfasından bir fotoğraf. Ne var bu fotoğrafta? Oyun kadrosu ve videodan alınmış bir fotoğraf. Videodan alınan fotoğrafta Cafer ile Şikayetçi'nin birlikte olduğu sahneden bir görüntü var. Demek ki İBBŞT bu sahneyi önemli bulmuş ki oyunun videosunda yer vermiş. Ama oyunun künyesinde fotoğrafta görülen Şikayetçi rolünü oynayan oyuncunun ismi yok. Zira o sahne çıkarılmış. Yâni videoda görünen o sahne oyundan çıkarılmış. Oyuncu ve sahnesi çıkarılmış ama videoda o sahne hâlâ var. Bu en azından seyirciyi yanlış yönlendirmeye diğer bir deyimle müşteriyi aldatmaya giriyor. Önem verilen bir sahnenin çıkarılmasının takdirini de seyircilere bırakıyorum.



Aşağıdaki oyun künyesi ise oyundan o sahne çıkarılmamışken oyun kadrosunu gösteriyor. Çıkarılan oyuncunun ismi var. demek ki o sahne de var.




Bugün 26 Aralık 2014 saat 20:00 Ben yukarıdaki ilk fotoğrafı bugün çektim.

İBBŞT'nın yönetimi müşteriyi aldatan bir video ile oyunun reklâmını yapıyor. Ayıplı ürün bu.

Benim bu uyarımdan sonra İBBŞT videoyu da değiştirir mutlaka. Ama bu tarihe kadar sattıkları bilet ücretlerini iade etmek zorundadırlar. Seyirciler de bilet paralarını geri isteme hakkına sahip. Zira bu gösterdiğini vermeyen bir kurumun AYIPLI ürünü.

Benden hatırlatması.

Melih Anık

Not: Yönetimin kalitesi ayrıntıda gizlidir. Ayrıntıda sınıfta kalan yönetimler başkalarının kifayetsizliğinden ve ihtirasından bahsetmemeli. Önce kendine bakmalı.

Tiyatro Üzerine Kendime Sorduğum Sorular ve Verdiğim Cevaplar

Bugün bir yazı okudum. Bir gazeteci sorular sormuş, bir tiyatro adamı da cevaplamış. Tiyatro adamının verdiği cevapları düşündüm bu yazıyı yazdım. Ne soruları soranın ne de cevaplayanın kişilikleri beni ilgilendiriyor. Bugün ülkemizde  tiyatronun görüntüsünü yansıtan görüşler üzerindeki düşüncelerimi kaydetmekten başka bir niyetim de yoktur. Aklıma takılan soruları soracağım cevaplarımı da yazacağım:

Bugün Tulûat tiyatrosunun en önemli temsilcisi de olsa bir oyuncu ‘asal metin’ üzerinde yaptığı eklemelerle oyunu geliştirip değiştirmek olanağı bulabilir mi?
Öncelikle şu ‘asal metin’ üzerinde duralım. Bu bir ‘metin’ var demektir. Metin de ‘yazılı’ olur. Oysa ki Tulûat tiyatrosu tanımı itibarıyla  ‘metni olmayan tiyatro’dur. Tiyatro terimi olarak tulûat,  ‘metin dışı eklemeler ve hareketler yapıldığı’nı  ima eder.  Ancak ‘metin dışı’ ekler yapılabilmesi bir ekip işidir. Yâni oyundaki birden çok oyuncunun ‘açmaz’ verebilmesi ve ‘esas’ oyuncuyu beslemesi gerekir. Bizde ‘esas’ oyuncu aklına geleni bir pundunu bulup oyuna yerleştirmeye çalışır. Oyuncu tecrübeleri arasındaki farklar tecrübesiz oyuncuları da tedbirli olmaya zorlar. Aslını isterseniz  dünyada da tulûat ortadan kalkmaktadır. İnsanlar kendilerini yeterince (hele bazı ülkelerde) açık ifadeden kaçınmakta, kişisel endişeler tulûatın önünde engeller oluşturmaktadır. Benim  Avustralya, Asya, Güney Amerika, Afrika’da seyrettiğim gösterilerde de doğaçlama gibi görünen ama aslında ticari ve tekrardan oluşan oyunlar sunulmaktaydı. Gerçek anlamda tulûat köylerde oyuncusu ve seyircisi aynı olan topluluklarda oynanan oyunlarda kalmıştır.  Şehirlerde tulûat diye sunulan  şey, esas oyuncunun maharetine bağlı bir  ‘stand-up’ gösterisi  hâline gelir. Oyun bu eklemelerle gelişip değişir mi? Oyunun olayları değişmez, çok seyirci tarafından beğenilmesi  oyunun geliştiği varsayımını kuvvetlendirir ama bu da tartışmalı bir görüştür. Bizde tulûatın başarısının ölçeği oyunun uzamasıdır. Benim seyrettiğim oyunlarda,  esas oyuncu insanın beyninde şimşek çaktıran dokunuşlar yapamadı. Oyuncu benden daha ileride değildi çünkü.  Geçmişte dokunulmazlığını halktan alan ve bu nedenle siyasilerin dokunamadığı oyuncular vardı ama onlar da kalmadı. Oyuncu, metin dışı da konuşsa ‘metin dışılığın’ sınırı, yazılı metnin sınırlarıdır. Örneğin hastane ile ilgili bir oyun hasta, hastalık vb konularda daha fazla doğaçlama yapma şansı verir.   
Göreve yeni gelmek bir bahane olur mu?
Her oyun için önceden belirlenmiş bir prova süresi vardır.  Buna yönetmen karar verir. Acemi olmadığı düşünüldüğü için  o yönetmen görevlendirilmiştir. Oyun gerçekten bir acemiye teslim edilmişse,   yönetmeni görevlendirenin acemiliğinden bahsedebiliriz.  Ama yönetmenin acemi olmadığı üzerinde genel bir uzlaşma varsa ‘acemilik’ bir mazeret olamaz.
Bir pozisyona atanan biri üstlendiği görevin mevcut durumundan yakınmalı mı?
Meselâ ‘enkaz devraldım’ demek doğru mudur? Ben bana yöneltilen görevlerde hep görevin ve durumun koşullarını  elimden geldiğince inceledim. Sormadığım soruların sorumluluğunu üzerime aldım. Koltuğa oturduktan sonra da hiç geçmişe yönelik mazeret üretmedim.
Tiyatroda oyun seyirciyle buluştuktan  sonra çıkan hesaplanmamış durumlar nelerdir, böyle bir durumda ne yapmalıdır?
 Seyirciler, eleştirmenlerin  tepkileri, oyunu destekleyenlerin, tiyatro patronunun yakınmaları, dıştan gelen her türlü engelleme  ‘hesaplanmamış durum’ olabilir. Şikâyet ve engelleme gerekçeleri, sebepleri farklı farklı olur. Zira bir oyunu herkese beğendirmeniz, her talebi dikkate almanız mümkün değildir. Bu, seyirciyi, eleştirmeni yadsımak demek değildir. Öte yandan engel çıkaranın kuklası  durumuna düşmek de kötüdür. Zira tiyatro bir amaç için yapılır. Bu amaç, herkesi memnun etmek değildir.  Aksi takdirde yönetmenin işlevi sıfırlanır, topluluk şamar oğlanına döner. Belli bir yaşa gelmiş insanlar için hesaplayamamak diye bir hususun olmaması gerekir. Ayrıca tiyatro bir hesap kitap işi değildir. Bu nedenle özgürce yaparsınız, yola çıkmışsanız sonuna kadar gidersiniz.
Birinci oyunla 100.oyun arasında fark yok mudur?
Vardır. Oyun her gece ‘farklı’dır. Zira tiyatro seyircinin nefesiyle tamamlanır. ‘Fark’ dediğimiz şey bu nefes çarpışmasından doğar, sahneyi besler geri döner seyirciyi uyarır. ‘Fark’ı esas çizgiden çıkmak gibi anlamamak gerekir.
 Kurumların sanatsal sorumluluğu en baştaki yöneticiye mi aittir?
Tiyatroda  ödül alan herhangi bir dalın başarısı için tiyatro sahibine de  ödül verilir mi? Sorumluluğu üzerine aldığını vurgulayan yönetici ‘her şeyi ben yaptım’ demek istiyordur. Ama bu anlayış orada kalmaz zira o yöneticiyi o göreve getirenler de kendilerini  ‘sorumlu’ görmeye başlar.  Kendini sorumlu hisseden, işe  karışır. Bu, ‘parayı ben veriyorum’a kadar gider. Oysa bugün ‘özerklik’, ‘ödenekli tiyatroların durumu’ tartışılmaktadır.  Bu ‘özerlik’ anlayışına nasıl yansır? Tiyatroda sorumluluk paylaşılmalıdır. Herkes kendini, kuruma ‘ait’ hissetmiyorsa orada başarı olmaz.    
Oyunun, oyuncunun ve seyircilerin değerini korumak ne demektir?
Seyircilerin değeri (yoksa değerleri mi?) nasıl korunur? Seyirci bütün bir topluluk değildir. ‘Seyircinin değeri’ demek bir anlamda onları ‘tek beden’ olarak görme, varsayma, isteme düşüncesini ortaya koyar. Bu tiyatronun görevi değildir. Oyunun ve oyuncunun değerini kim tayin eder? ‘Oyunun değeri’ne yönetici, yönetmen karar verir ama son karar yönetmenindir. Her yönetmen aynı oyundan farklı değerler yaratır. Yönetmen kadrosundaki oyuncuları başarılı kılmak adına elinden geleni yapar, doğru rol dağılımı yapar, günlerce rolü için uğraşmış bir oyuncunun hayâllerini yerle bir edecek girişimlere karşı durur.
Bir kamu tiyatrosunun tüm seyircilerine aynı oranda önem vermesi ne demektir?
 Meselâ bir kişi  oyundaki bir noktaya itiraz etmişse bunun ‘ağırlığı’ nedir? Dikkate alınmalı mıdır? Oylama yaparak mı seyirci eğilimi belirlenecektir? Belki de o bir kişinin karşısında 100 kişi  vardır. O bir kişiyi dikkate almak bizim o seyirci gibi 100 kişi olduğu gibi bir yanlış varsayıma götürür. Bu durumda  aslında kararı biz vermekteyizdir, o BİR  seyirci değil.
Oyunun ‘sıkıcı’lığına kim karar verir?
 Tabii ki seyirci. Gelmez, seyretmez. Oysa ‘ %103 doluluk’ ile ‘seyircinin sıkıcı bulması’nı aynı cümlede kullanmak ne kadar doğrudur?
‘Oyunun oturması’ ne demektir?
Oyun yaklaşık  iki ay çalışılır. Seyirci ile buluşulduğu ilk gece oyun henüz ‘ayakta’dır. Seyirci karşısında ekibin titremesi normaldir. Genel olarak tecrübeli oyuncularla  bu ‘oturma’ süresi on gösteriye kadar çıkar. Galaların yapılma zamanları  ‘oturma süresi’ hakkında fikir verir.   Bu ‘oturma’ önceden belirlenen şeylerin zamanında ve önceden belirlenen yoruma göre hatasız yapılması anlamına gelir. Yâni oturmuş oyun, yoluna girmiş oyundur. Neden o aşamada yeniden prova yapılsın ki!  Tiyatroda bu, buzdan bir heykelin donmasına benzemez. Yâni su şeklini alsın insan  yapalım denilmez  tiyatroda. Rol(insan) provalarda oluşur. Hatta oyun oynanırken de süreç devam eder. Bu nedenle oyun yaşayan bir organizma gibidir.  ‘Oturma’ süresinin sonu, rolü çıkarmak, sahne atmak için kullanılmaz. Oyunu hazırlamak için harcadığınız 60 günde düşünmediğinizi 10 gün içinde mi göreceksiniz? Seyirci mi size söyleyecek neyin doğru olduğunu?


Melih Anık     

2 Temmuz 2014 Çarşamba

İnce Bir Sızı..

Kapı çalındı açtım. Karşımda o duruyordu, yanında oğlu. Oğlunun yüzüne bakmadım. ‘Oğlum okulunu bitirdi’ dedi. Müjde vermeye gelmişti. Bir şey demedim. Sadece yüzüne baktım. Bir şey söylemesini bekledim. Yüzümün ifadesinden anlamadı. ‘Oğlunun bana bir özür borcu var’ dedim. ‘Önce özür dilemesini bekliyorum’ 

1 Temmuz 2014 Salı

Bir Cenaze Töreni

Ziya, üniversiteden mezun olduğumuz günün 40.yılında öldü. Öldü diyorum zira ölüm gibi sade bir gerçekliği ifade eden kelimenin de sade olmasını istiyorum. ‘Işığa yürüdü’, ‘ebediyete intikal etti’, ‘sonsuzluğa gitti’, ‘arkadaşlarının yanına gitti’ gibi ifadeler bana çok süslü geliyor. Ben genellikle söylenene değil söyleyene bakıyorum.  Ölümü anlatırken bile kendi hayat hikâyemizi anlatır gibiyiz.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Kanalizasyon Taştı

Altı daireli bir apartmanın dört numaralı dairesinde oturuyorum. Eski bir apartman. Babam parası anca ona yettiği için çatı dairesini kredi ile almıştı. Ölümünden iki ay sonra kendi annesinden kalan bir arazi satıldı oradan gelen parayla kredi borcunu kapattık,  ikramiyesini de ekleyerek oturduğum daireyi aldık. Altı dairenin ikisinde hakkınız olduğu için apartmanla ilgili işler de sizin üstünüze kalıyor. Çaresiz ben her şeye koşar oldum.

Geçenlerde apartmanda bir koku yayılmaya başladı. Alt kat komşuma göre bir kedi paspasa pislemiş, koku o yüzdendi. Birkaç gün o apartmanda paspas ve kedi pisliği aradık, bulamadık.  Komşum kokudan rahatsız olduğu için kendi dairesini girişi kapısına şu belli aralarla koku fışkırtan cihazlardan koydu. Apartman girişinde biraz rahatsız oluyor ama bir merdivenle dairesine ulaştığı ve dairesinin kapısında da koku fışkırtan bir alet olduğu için koşarak evine girer girmez kendi dünyasına kavuşuyor.

Kokunun kedi pisliğinden olmadığı anlaşılınca ve koku gittikçe arttığı için benim apartman içinde bir araştırma yapmam icap etti. Kazan dairesinde küçük bir hela var. Eskiden kapıcı dairesi olarak kullanılan mekânın bir parçasıydı. Biz yıllardır kapıcı kullanmadığımız için orasını kazan dairesinde yapılan sulu işlerin gideri olarak kullanıyorduk.  Oraya baktım. Su dolmuştu. Anladım ki sorun kedi pisliği değil kanalizasyon.

Geçen yaz bizim sokakta yeni bir pis su hattı döşediler. Ne olduysa ondan sonra oldu. Önce yan apartmanın kanalizasyonu tıkandı, onun ardından karşı apartmanınki.  Ana hattı yaparken bağlantıları ezdikleri için apartman çıkışlarında sorun oluyormuş. Benim de aklıma hemen o geldi. Sordum soruşturdum öğrendim. İSKİ’ye müracaat ettim. Artık müracaatlar internetten.. Çok ilerledik. Gerçekten de 5 gün sonra biri geldi bakmaya. “Rögarınız nerede?” dedi. İnşaat mühendisiyim de o yüzden  rögar nedir bilirim. Bir çukur, apartman içindeki gider hatları oraya bağlanıyor. Ben bu apartmanda otuz yıldır oturuyorum rögar nerede bilmiyorum. Daireyi satın alırken de alt yapı projesine bakmak hiç aklıma gelmedi. İSKİ yetkilisi “Biz daire içine karışmayız, siz rögarı bulun açtırın haber verin gelip bakalım“ dedi gitti. Bu arada ne olur olmaz sokak kazısı için İSKİye bir dilekçe vermemi istedi. “İnternet?” dedim, yok, yerine gidip vermeliymişim.   İSKİ’nin yeri nerede? İSKi’nin yerini bindiğim taksi şoförü biliyormuş. Gittim dilekçeyi verdim. Bu işlerde tecrübeliyim ya yanımda ikinci bir kopya daha var “Sizde bir kopyası var mı?” Ödevini yapmış bir öğrenci gibi elimdeki kopyayı uzattım, alındı damgası basıp sıra no ve tarihi yazdılar verdiler. Artık onları bekleyecektim. Ne zaman? Belli olmaz 5-10 gün içinde bakarlar.

İşim bitmemişti. Daire içinde rögar arayacaktım. Bodrum kattaki komşu bir ay önce taşınmıştı. Onu aradım. Açmadı. Apartmana borcu var o yüzden. Mesaj attım. “Daireni pislik bastı” diye. İki dakika sonra aradı. “Buyur abi”.. Durumu anlattım. Dairesine girmemiz gerektiğini söyledim. Borçtan hiç bahsetmedim. Bahsetsem kaçacak biliyorum.  “Tamam abi, anahtarı gönderiyorum” dedi. Dairesini pislik basmış gelmiyor anahtar gönderiyor, anlayın artık. Kapıya onun adına gelen borç ihtarnamelerini hatırlayınca neden kaçtığını anladım. Sadece bize borcu yok herkese borçlu. Adres kaybettiriyor.

Bulduğum bir usta ile daireye girdim. Kokunun kaynağını anlamış oldum. Dairenin elektriği de kesik. Oradan buradan kediler fırlıyor. Pencereyi açık bırakmışlar mahallenin kediler de yolu bulmuş. Neyse kokunun çoğaldığı odaya ulaştık. Odanın döşemeleri çürümüş, altı su. Bir yerlerden kaçak var.  Usta “Abi ben kazayım bakalım ne çıkacak” dedi. Şimdi olmazmış, "beş gün sonra gelebilirim ancak" dedi gitti.

Bu arada en üst katta annem oturuyor. Çok yaşlı gözleri görmüyor kulağı da az duyuyor. Ona söylemedim.  Üstümüzde apartmanın tek kiracısı var. Evinde “pitbull” besliyor. Durumun farkında değil.  Ya da olanları biliyor ama aldırmazdan geliyor. Koku da onu rahatsız etmiyor herhalde. O hayatından memnun. Onun da apartmana borcu var. "İş yapılacak para ver" dememden korkuyor herhalde. O köpeğini yıkıyor, habire sifonu çekiyor, dairemden inen borudaki sesi duyuyorum. Zemin kat dairesi üç yıldır boş. Para istersen gönderiyor ama apartmanda yaşamadığı için koku onu rahatsız etmiyor doğal olarak. Ben ise bodrumun altını gördüm. Apartmanın altından kanalizasyon akıyor. Pisliği arttırmamak için helaya bile gitmiyorum desem yeridir.Galiba “kabız” oluyorum. Her gün yıkanmıyorum artık. Ben kokmaya başladım.  Şu İSKİ gelecekse gelse artık.

Melih Anık