Bugün bir yazı okudum. Bir gazeteci sorular sormuş, bir
tiyatro adamı da cevaplamış. Tiyatro adamının verdiği cevapları düşündüm bu
yazıyı yazdım. Ne soruları soranın ne de cevaplayanın kişilikleri beni
ilgilendiriyor. Bugün ülkemizde tiyatronun görüntüsünü yansıtan görüşler
üzerindeki düşüncelerimi kaydetmekten başka bir niyetim de yoktur. Aklıma
takılan soruları soracağım cevaplarımı da yazacağım:
Bugün Tulûat
tiyatrosunun en önemli temsilcisi de olsa bir oyuncu ‘asal metin’ üzerinde
yaptığı eklemelerle oyunu geliştirip değiştirmek olanağı bulabilir mi?
Öncelikle şu ‘asal metin’ üzerinde duralım. Bu bir ‘metin’
var demektir. Metin de ‘yazılı’ olur. Oysa ki Tulûat tiyatrosu tanımı
itibarıyla ‘metni olmayan tiyatro’dur.
Tiyatro terimi olarak tulûat, ‘metin
dışı eklemeler ve hareketler yapıldığı’nı ima eder.
Ancak ‘metin dışı’ ekler yapılabilmesi bir ekip işidir. Yâni oyundaki
birden çok oyuncunun ‘açmaz’ verebilmesi ve ‘esas’ oyuncuyu beslemesi gerekir.
Bizde ‘esas’ oyuncu aklına geleni bir pundunu bulup oyuna yerleştirmeye
çalışır. Oyuncu tecrübeleri arasındaki farklar tecrübesiz oyuncuları da
tedbirli olmaya zorlar. Aslını isterseniz dünyada da tulûat ortadan kalkmaktadır.
İnsanlar kendilerini yeterince (hele bazı ülkelerde) açık ifadeden kaçınmakta, kişisel endişeler
tulûatın önünde engeller oluşturmaktadır. Benim Avustralya, Asya, Güney Amerika, Afrika’da
seyrettiğim gösterilerde de doğaçlama gibi görünen ama aslında ticari ve tekrardan
oluşan oyunlar sunulmaktaydı. Gerçek
anlamda tulûat köylerde oyuncusu ve seyircisi aynı olan topluluklarda oynanan oyunlarda
kalmıştır. Şehirlerde tulûat diye
sunulan şey, esas oyuncunun maharetine
bağlı bir ‘stand-up’ gösterisi hâline gelir. Oyun bu eklemelerle gelişip
değişir mi? Oyunun olayları değişmez, çok seyirci tarafından beğenilmesi oyunun geliştiği varsayımını kuvvetlendirir
ama bu da tartışmalı bir görüştür. Bizde tulûatın başarısının ölçeği oyunun
uzamasıdır. Benim seyrettiğim oyunlarda, esas oyuncu insanın beyninde şimşek çaktıran
dokunuşlar yapamadı. Oyuncu benden daha ileride değildi çünkü. Geçmişte dokunulmazlığını halktan alan ve bu
nedenle siyasilerin dokunamadığı oyuncular vardı ama onlar da kalmadı. Oyuncu,
metin dışı da konuşsa ‘metin dışılığın’ sınırı, yazılı metnin sınırlarıdır.
Örneğin hastane ile ilgili bir oyun hasta, hastalık vb konularda daha fazla
doğaçlama yapma şansı verir.
Göreve yeni gelmek bir
bahane olur mu?
Her oyun için önceden belirlenmiş bir prova süresi
vardır. Buna yönetmen karar verir. Acemi
olmadığı düşünüldüğü için o yönetmen
görevlendirilmiştir. Oyun gerçekten bir acemiye teslim edilmişse, yönetmeni
görevlendirenin acemiliğinden bahsedebiliriz. Ama yönetmenin acemi olmadığı üzerinde genel
bir uzlaşma varsa ‘acemilik’ bir mazeret olamaz.
Bir pozisyona atanan
biri üstlendiği görevin mevcut durumundan yakınmalı mı?
Meselâ ‘enkaz devraldım’ demek doğru mudur? Ben bana
yöneltilen görevlerde hep görevin ve durumun koşullarını elimden geldiğince inceledim. Sormadığım
soruların sorumluluğunu üzerime aldım. Koltuğa oturduktan sonra da hiç geçmişe yönelik
mazeret üretmedim.
Tiyatroda oyun seyirciyle
buluştuktan sonra çıkan hesaplanmamış
durumlar nelerdir, böyle bir durumda ne yapmalıdır?
Seyirciler,
eleştirmenlerin tepkileri, oyunu
destekleyenlerin, tiyatro patronunun yakınmaları, dıştan gelen her türlü
engelleme ‘hesaplanmamış durum’ olabilir.
Şikâyet ve engelleme gerekçeleri, sebepleri farklı farklı olur. Zira bir oyunu
herkese beğendirmeniz, her talebi dikkate almanız mümkün değildir. Bu, seyirciyi,
eleştirmeni yadsımak demek değildir. Öte yandan engel çıkaranın kuklası durumuna
düşmek de kötüdür. Zira tiyatro bir amaç için yapılır. Bu amaç, herkesi memnun
etmek değildir. Aksi takdirde yönetmenin
işlevi sıfırlanır, topluluk şamar oğlanına döner. Belli bir yaşa gelmiş
insanlar için hesaplayamamak diye bir hususun olmaması gerekir. Ayrıca tiyatro
bir hesap kitap işi değildir. Bu nedenle özgürce yaparsınız, yola çıkmışsanız sonuna
kadar gidersiniz.
Birinci oyunla
100.oyun arasında fark yok mudur?
Vardır. Oyun her gece ‘farklı’dır. Zira tiyatro seyircinin
nefesiyle tamamlanır. ‘Fark’ dediğimiz şey bu nefes çarpışmasından doğar,
sahneyi besler geri döner seyirciyi uyarır. ‘Fark’ı esas çizgiden çıkmak gibi
anlamamak gerekir.
Kurumların sanatsal sorumluluğu en baştaki
yöneticiye mi aittir?
Tiyatroda ödül alan
herhangi bir dalın başarısı için tiyatro sahibine de ödül verilir mi? Sorumluluğu üzerine aldığını
vurgulayan yönetici ‘her şeyi ben yaptım’ demek istiyordur. Ama bu anlayış
orada kalmaz zira o yöneticiyi o göreve getirenler de kendilerini ‘sorumlu’ görmeye başlar. Kendini sorumlu hisseden, işe karışır. Bu, ‘parayı ben veriyorum’a kadar
gider. Oysa bugün ‘özerklik’, ‘ödenekli tiyatroların durumu’ tartışılmaktadır. Bu ‘özerlik’ anlayışına nasıl yansır? Tiyatroda
sorumluluk paylaşılmalıdır. Herkes kendini, kuruma ‘ait’ hissetmiyorsa orada başarı olmaz.
Oyunun, oyuncunun ve
seyircilerin değerini korumak ne demektir?
Seyircilerin değeri (yoksa değerleri mi?) nasıl korunur?
Seyirci bütün bir topluluk değildir. ‘Seyircinin değeri’ demek bir anlamda
onları ‘tek beden’ olarak görme, varsayma, isteme düşüncesini ortaya koyar. Bu
tiyatronun görevi değildir. Oyunun ve oyuncunun değerini kim tayin eder? ‘Oyunun
değeri’ne yönetici, yönetmen karar verir ama son karar yönetmenindir. Her yönetmen aynı oyundan farklı
değerler yaratır. Yönetmen kadrosundaki oyuncuları başarılı kılmak adına
elinden geleni yapar, doğru rol dağılımı yapar, günlerce rolü için uğraşmış bir
oyuncunun hayâllerini yerle bir edecek girişimlere karşı durur.
Bir kamu tiyatrosunun
tüm seyircilerine aynı oranda önem vermesi ne demektir?
Meselâ bir kişi oyundaki bir noktaya itiraz etmişse bunun ‘ağırlığı’
nedir? Dikkate alınmalı mıdır? Oylama yaparak mı seyirci
eğilimi belirlenecektir? Belki de o bir kişinin karşısında 100 kişi vardır. O bir kişiyi dikkate almak bizim o
seyirci gibi 100 kişi olduğu gibi bir yanlış varsayıma götürür. Bu durumda aslında kararı biz vermekteyizdir, o BİR seyirci değil.
Oyunun ‘sıkıcı’lığına
kim karar verir?
Tabii ki seyirci. Gelmez,
seyretmez. Oysa ‘ %103 doluluk’ ile ‘seyircinin sıkıcı bulması’nı aynı cümlede
kullanmak ne kadar doğrudur?
‘Oyunun oturması’ ne
demektir?
Oyun yaklaşık iki ay
çalışılır. Seyirci ile buluşulduğu ilk gece oyun henüz ‘ayakta’dır. Seyirci
karşısında ekibin titremesi normaldir. Genel olarak tecrübeli oyuncularla bu ‘oturma’ süresi on gösteriye kadar çıkar. Galaların
yapılma zamanları ‘oturma süresi’
hakkında fikir verir. Bu ‘oturma’ önceden belirlenen şeylerin
zamanında ve önceden belirlenen yoruma göre hatasız yapılması anlamına gelir. Yâni
oturmuş oyun, yoluna girmiş oyundur. Neden o aşamada yeniden prova yapılsın ki!
Tiyatroda bu, buzdan bir heykelin
donmasına benzemez. Yâni su şeklini alsın insan yapalım denilmez tiyatroda. Rol(insan) provalarda oluşur. Hatta
oyun oynanırken de süreç devam eder. Bu nedenle oyun yaşayan bir organizma
gibidir. ‘Oturma’ süresinin sonu, rolü
çıkarmak, sahne atmak için kullanılmaz. Oyunu hazırlamak için harcadığınız 60
günde düşünmediğinizi 10 gün içinde mi göreceksiniz? Seyirci mi size söyleyecek
neyin doğru olduğunu?
Melih Anık